Gündem

Kendimiz ettik, kendimiz bulduk!

Devlet, millet olarak önemini bir türlü kavrayamadık tarım sektörünün. Bir asgari ücret uğruna köylerimizi terk ettik. Bağımız bahçelerimizi orman kapladı. Sonunda kendi ürettiğimiz temel gıda ürünlerine muhtaç kaldık.

Bu Cennet vatanımızın verimli topraklarında 7 iklim 7 bölge üretirdik.

Tarlada, bağda bahçede, hiç durmadan 7'den 70'e çalışır didinirdik.

Bazı imkanlarımız kısıtlıydı, hayat zordu; fakat bereket vardı.

Yazın kavurucu sıcağında ter akıtmak, kara kışın ortasında hayvancılıkla uğraşmak kolay işler değildi elbet.

Bir çift öküze koşulan kara sabanla bağımızı bahçemizi sürer, heyecanla baharda toprağa tohum serperdik.

Anadolu'nun dört bir köşesinde kimimiz hububat, kimimiz meyve, kimimiz rençberlik, kimimiz de hayvancılıkla gül gibi geçinirdik.

Paramız azdı; ama tatlıydı, huzur ve bereket vardı.  

Mesela hiç unutmam. Yaz boyu domates, biber, patlıcan toplar, kasalarla Eskişehir'in yolunu tutardık. Akşama kadar kendi elimizle yetiştirdiğimiz hakiki ata tohumu ürünlerimizi satardık. Eskişehirliler hakiki Çaltı domatesini almak için sıraya girerdi. Alan da memnundu, satan da... Ara sıra Emirdağlılar, kendi ürettikleri domatesleri, hakiki Çaltı domatesi diye müşteriyi kandırsalar da halimizden memnunduk.

Yaz sonu Eylül ayında -nur içinde yatsın- dedem de bizimle gelir, fabrikasından 20-30 çuval un ile 1 çuval şeker, 3-5 teneke yağ, tuz ve benzeri temel gıda ürünlerini toptan alırdık. Kerpiçten köy evimizin avlusunu hazırlar, itinayla bunları yerleştirirdik.

Bir yıl yetecek temel gıda malzememizi avlumuza koyduk mu bizden kralı yoktu!

Sadece biz değil, köyün ekserisi böyleydi. 

Kışın annemler köy fırınında 25-30 ekmek yapardı. Pidelerin mis gibi kokusu metrelerce öteden duyulurdu! Ahh o güzel günler...

Babamlar pazara gittiği gün, çatlak olan domatesleri salça yaparak değerlendirirdik. Kurumuzu yapardık. Konservemiz, fasulyemiz, mısırımız, her ne vermişse Yüce Mevlâ, zayi edilmezdi asla...

Sonra bir gün (1990'ların başı) İsrail tohumu denilen 144 Empa marka domates çıktı dediler. Kalın kabukluymuş, dayanıklı oluyormuş diye süslediler. Düzgündü, sert olduğu için pazar şartlarına daha dayanıklıydı ama asla yerli domatesimizin lezzetinde değildi. Daha çok satmak, daha kolay satmak işimize geldi. Kendi yerli, domatesimize anında sırtımızı döndük. Dönemin yetkilileri de "Durun ne yapıyorsunuz" demedi.

Her sene tohumuna dolar üzerinden bir dünya para ödedik. Sonra zirai ilaçlar çıktı. İsrail menşeili tohumlar, çeşitli zehirli kimyasallar olmadan olmuyormuş dediler. Aldık ha aldık. Ürün bollaştı, pazar daraldı. Masraflar katlandı. Sonra içi tuhaf, dertli(hastalıklı) domatesler çıktı. Bir toplayışta 2 tonun 500 kilosu zayi oldu. Dışı kıpkırmızı ama içi sarımtırak olan tuhaf domatesler türedi. Ürünler kanserliydi. Çiftçi kanser manser dinlemedi, piyasa sürdü bu domatesleri...

İnsanlarda kanser hastalığı arttı.

2010'lu yıllara geldik.

"-Eski yerli domateslerimiz çok iyiymiş yahu!" demeye başladık. Fakat ninelerimizin çıkınındaki öz be öz yerli tohumları da çoktan zayi etmiştik. Tıpkı mirasyediler gibiydik..

"-Hastalıklar arttı, kanser vakaları patladı, doğal ürünlere yönelelim bari" dedik. Bu defa halkın bu ihtiyacını sezen odaklar, 'yerli domates, pembe domates' adı altında yeni tohumlar üretti. Şimdi onları halkımıza doğal domates diye yutturuyoruz. Elinde hakiki yerli tohum olan çiftçiler de memnun değil. Çünkü tohum orijinal de olsa ürün eski tadı vermiyor. Adeta toprak, hava, su, güneş, kendilerine yapılan ihanete böyle cevap veriyor.  

Yıllar geçti, biz büyüdük.

Batılı güçlerin gelişmişliğini çok büyüttük. Hep bir tarafımızda Avrupa'ya hayranlık, kendi iç dinamizmimize karşı nan-körlük içinde büyüdük. Gelişmişliğin tek ölçüsünün sanayi ve teknolojide olduğunu sandık.

Devlet, millet olarak önemini bir türlü kavrayamadık tarım sektörünün. Bir asgari ücret uğruna köylerimizi terk ettik. Bağımız bahçelerimizi orman kapladı. Sonunda kendi ürettiğimiz temel gıda ürünlerine muhtaç kaldık. En avantajlı olduğumuz bir alanda, nasıl da geriye düştük!  

Gittik büyükşehirlerin varoşlarına gece-kondurduk. Karın tokluğuna 3 bin liraya çalıştık, haliyle yetiremedik. Her ay 1-2 bin liralık açığımızı kredi kartıyla kapattık. Faize, ranta, kapitalizme gebe kaldık. Hoş, karanlık güçlerin istediği de bundan başkası değildi.

Ne şehirli olabildik, ne köylü kalabildik.

İkisinin ortasında, acayip bir çöküntünün ortasında kalakaldık.

Ne biz, ne büyüklerimiz öngr(e)bildi bu absürt çelişkiyi. Düz yolda böyle şaştık kaldık iyi mi?  

Anadolu'nun bereketli topraklarında tarım, gıda, hayvancılık sektörü ve entegre tesisleriyle tüm dünyada söz sahibi olabilirdik oysaki...

İnanın 1923'ten bu yana tarım sektörüne ciddi yatırım yapsaydık, dünya ticaretinde ülkemizi bu yönüyle parlatsaydık, 100. yılımıza kesinlikle dünyanın ilk 5 ekonomisi olarak girmiş olurduk. 

Benim kitabımda umutsuzluk yazmaz. Hatamızın neresinden dönersek kârdır. Önemli olan akılcı politikalar ve teşviklerle sektöre eğilmeliyiz. Geç de olsa bunu kavradık. Bir covid-19 mikrobunun, tüm dünyaya ne ağır bedeller ödettiğini gördük.   

Gelecek dönemin gıda ve su üzerine olacağı anlaşıldı.

Biraz geç kaldık ama bilinçli davranırsak bu konuda hala şansımız var!

A Tipi, turizme kazandırılmalı

Zonguldak Valisi Mustafa Tutulmaz, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) A-Tipi Misafirhanesinin turizme kazandırılmasını söylemiş. Yıllardan beri boşa bekletilen bu şahane mirasın bugüne kadar turizme kazandırılmaması büyük hata zaten. Fakat zararın neresinden dönülse kardır. Umarım kısa sürede başarılır.  

Evde bir matem havası

İnsan bir cana alışıyor.

El kadar da olsa, Allah hayat üflemiş, var olmuş. Varlığına alışılan can elden gidince acı veriyor.

Biz büyükler için neyse de çocuklar için adeta bir yıkım oluyor.

Cuma gecesi evimizin muhabbet kuşu Maviş, aniden vefat etti. Sabah çocuklar görünce yerlere yatarak ağlaştılar. Ne kadar teskin etmeye çalışsak da nafile...

Dersaneye gitmek istemedi, zorla gönderdik. Ama öğretmenleri durumu anlayınca göz yummuşlar derslerde, kenarda uyumuş. İş başa düştü sardık sarmaladık, el kadarcık cansız bedenini, toprağa gömdük. O da Allah'tan bir candı. Allah'tan geldi, Allah'a döndü.

Çocukları sonunda, "Maviş Cennet'te sizin omuzlarınıza konacak. Hep beraber olacağız." diyerek teselli ettik.

Çok şükür.