Bu bina, Fener Mahallesi'ne ilk yapılan evlerin tam ortasında bulunuyordu. Şehir merkezinden gelen ve Müessese Müdürlüğü ile Yayla Karakolu’nun önünde ikiye ayrılan yolun deniz tarafında kalan kısmı, tatlı bir eğimle Kömürspor Kulübü ne kadar iner ve orada sona ererdi. İlk yapılan dansız evleri bu yolun iki tarafında diziliydi. Kulüp binası, iki yarımdaki beton merdivenlerle stadyuma ve mahallenin yeni yapılan kısmına bağlanıyordu. Bu merdivenlerin arasında kalan yamaçta ise 1918 yıllarında, yine Fransızlar tarafından yapılan evler yer almaktaydı.
Bölgede oturanlardan bazıları Bora ve Berin Ayyıldız, Onur Kuraner, Günyüz, Meram ve Yaman Acar, Çetin ve Metin Akkan kardeşler, Gülsan Erginel (Çokacar), Nurhan ve Lale Çelebi, Aydın Sürmen, "Tavuk" Hasan, Gökşin, Bilge-Meral Akyüz kardeşler, "Ördek" Cevat Kızıltan, İhsan Cengiz Taylan ve Tayfun Bedizel, "Fransız" Yavuz ve Filiz Sarıbaş, "Kılçık" Yaşar Demirel, Vural Taşman, Olcay-Tülin ve Baylan kardeşler, İnci ve Ömer Ülgen, Işıl ve Güneş Usmangil (İnci'lerin misafirleri), Gülden ve Lerzan Zorlu, Danyal, Taşkın ve Jale Demirl ve "Kambur" Bülent Biltekin'di.
* * *
Kömürspor Kulübü Lokali'nde "üç top bilardo" masası vardı. Biz de fırsat buldukça lokale gidip bilardo oynardık. Lokal ve büfeyi, kulübün malzemeciliğini de yapan ve bizim futbolcu olmamızda büyük emeği geçen Hamit "Aga" (Sertbaş) işletiyordu. 1910 yılında doğan Hamit "Aga" Samsun, Bafra ve İstanbul Beykoz kulüplerinde futbol oynamış. Daha sonra 1940 yılında, Zonguldak'a gelerek Kömürspor Kulübü'ne girmiş, aktif sporculuğu bıraktıktan sonra da kulübüne uzun yıllar hizmet etmişti. Onun kadar titiz ve tutumlu malzemeciye kolay kolay rastlanamaz. Şaban efendi ve bir kadın görevliye yıkatıp ütülettiği malzemeleri daima tertemiz kullanıma hazır halde tutardı. Onun malzeme odasına hiç kimse giremezdi.
Kulüp lokalinin önünde beton zeminli, bir tarafı diğerinden daha geniş olan bir park alanı vardı. Çok az vasıta geldiği için top bulabildiğimiz zamanlar burada iddialı maçlar yapardık. Ancak, ne zaman Hamit "Aga”dan top istesek, "Topu benim eibi, kafanızda elli kere sıçratırsanız size top veririm" yanıtıyla karşılaşırdık. Bunun üzerine, hepimiz çalışmaya başladık. "Deli" Ef-tan ve ben kısa zamanda "elli"yi geçtik. Ama Hamit "Aga" bu sefer "yüz", yüzü geçince "yüzelli" kere top sektirmemizi istemeye başladı.
Topu kafamızda sektirirken hem sayar hem de yanımı sokulup bizi itekleyerek, istediği sayıya ulaşmamıza engel olmaya çalışırdı. Sektirmeye devam ettiğimizi görünce de büyük bir keyifle, bize istediğimiz topu verirdi. Onun sayesinde topu kafam "dört yüz elli iki" kere sektirerek kendi rekorumu kırdım. "Deli” Ertan'la ise ikili olarak, "bin dört yüz elli yedi" rakamına ulaştık. Futbol yaşantım boyunca attığım gollerin çoğunu kafa vuruşlarıyla gerçekleştirmiş olmamın en büyük nedeninin, o günkü çalışmalarımız olduğuna inanıyorum.
* * *
Güngör Abi, Galatasaray'da oynadığı yıllarda özlem gidermek için, Zonguldak'a gelmişti. Fener Mahallesi'ndeki Sarı Toprakta bir dörtlü kurarak, topu düşürmeden, yoruluncaya kadar kafayla paslaşmış, neticede ondan "aferin" alma mutluluğuna erişmiştik.
O yıllarda, bizim gibi yeni yetişen oyuncuların futbol ayakkabısının olması bile başlı başına bir olaydı. Hiç unutmuyorum, okul takımına seçildiğimi öğrenince ne yapacağımı şaşırdım çünkü ayakkabım bile yoktu! Hemen Hamit "Aga”ya koşup durumu anlattım. Eski ayakkabılar içinden ayağıma uyan bir çift seçti, kramponlarını yenileyerek onları bana verdi. O ayakkabıyı üniversiteyi bitirinceye kadar kullandım. Bana verdiği öğüte de tüm spor yaşantım boyunca özenle uydum. "Ayakkabının içine mutlaka iki çorap giy. Biri ayağını diğeri ayakkabıyı tutar, ayakların ve parmakların sağlam kalır."
* * *
1963 yılında üniversiteyi bitirip EKİ'de çalışmaya başladıktan sonra "Keçi" Yurda'yla beraber Kömürspor'a transfer olduğumuzda, Hamit "Aga" çok mutlu oldu. Zira Kömürspor bir müessese kulübü olduğundan, EKİ'de çalışmayanların burada oynaması mümkün değildi. Bu nedenle mahallece kulübün bütün olanaklarından yararlandığımız halde, sadece "mahalleli" olduğumuz için, takımda oynayamıyorduk. Bizim kuşaktan Yurda ile ben takıma seçilen EKİ çalışanı "mahalleli"ler olarak, bir "ilk"i de gerçekleştirmiş olduk.
Hamit "Aga", kendisinden istediğimiz bir malzemeyi almak için bir gün bizim de malzeme odasına girmemize izin verdi. Bize tanınan bu ayrıcalıktan dolayı hem mutlu olmuş, hem de çok şaşırmıştık. Odaya girince, şaşkınlığımız daha da arttı. Raflara dizilmiş malzemelerin arkasındaki duvarda yepyeni tenis raketleri asılı duruyordu. Altlarında birkaç kutu tenis topu, yanlarında ise, iki çift kayak takımı vardı. Böylece, ellili yıllarda EKİ'deki üst düzey görevlilerinin nasıl malzeme bulduklarını geç de olsa öğrenmiş olduk.
* * *
“Keçi" Yurda bana gönderdiği bir mektupta, Hamit "Aga”nın tutumluluğuyla ilgili olarak aynen şöyle yazmıştı:
Müfettişler geleceklermiş kulübe, Sosyal Bakım Müdürü telefon etmiş. En önce de Hamit Aga’nın malzeme odasına bakacaklarmış... Hamit Aga pür telaş bizim odaya geldi.
- "Yurda, yardım et de rafları kağıtla kaplayalım" dedi. Ben de,
- "Tabii Aga'cım " dedim, "Nasıl kağıt olsun?"
- "Hani mavi kağıt var ya, talebelerin kitaplarını kapladığı, onlardan olsun" dedi. Sordum,
- "Kaç tabaka alalım Aga'cım?"
- "Şöyle yirmi, yirmibeş tabaka yeter" dedi ve ilave etti "Kaç kuruşmuş onun tabakası?"
- "Yüzelli kuruş" dedim. Hopladı havaya ve
- "O ha... "dedi. "Ulan kumaş mı alıyorsun?"
Rafları gazete kağıdı ile kapladık!..
* * *
O yıllarda Zonguldak'a ulaşmak bir hayli zordu. Otobüsler İstanbul'dan onbir, Ankara'dan sekiz saatte Zonguldak'a gelirlerdi. İstanbul'da Pazar günü oynanan bir maçın yorumunu ancak Pazartesi akşamı saat altıda gelen otobüsün getirdiği gazetelerden öğrenebilirdik. Herkes şehre inerek otobüslerin geleceği zamanı bekler, gazete bayilerinin önünde sıra kavgaları olurdu. Maçlar gündüz oynandığından bizler de en hızlı haber kaynağımız olan radyodan maçları dinler, sonuçlara göre hareket ederdik. Fenerbahçe yenilirse "Abey" Narman, "Deli" Ertan, Mustafa, "Kuru Ragıp, "Mütecessis" Işık ve benim gibi Fenerbahçeliler utancımızdan bir iki gün ortalarda görünmezdik. Aynı durum Galatasaray ve Beşiktaşlılar içinde geçerliydi. Daryal, "Baltacı" Raif ve Taylan Galatasaraylı, "Keçi" Yurda ve Cezmi ise Beşiktaşlıydı. Eğer maç berabere biterse, işte o zaman herkes evlerinden sokağa fırlar, sarı veya kara toprak sahada toplanırdı. Kavgalı dövüşlü, kıran kırana geçen Fenerbahçe-Galatasaray maçları yapılarak, bu takımlar adına kozlar paylaşırdı.
* * *
Fenerbahçe yenilince ağladığım zamanlar çok olmuştur. Sanırım Anadolu'da yaşayan birçok insan da bizler gibi sevinir veya üzülürdü. İstanbul'da üniversiteye başladığım ilk yıl maçlara gidip koyu bir taraftarı olduğum takımı seyrettiğimde, büyük hayal kırıklığına uğramıştım. Abonesi olduğumuz "Fenerbahçe" dergisi ve gazetelerde okuduklarımla, sahada seyrettiklerim arasında hiçbir benzerlik yoktu. Sadece Lefter, Can Bartu ve Metin Oktay gibi bir kaç futbolcu beni çok etkilemişti. Farklı özelliklerinden dolayı onlar gibi futbolcuların uzun bir süre daha yetişemeyeceğini düşünüyorum.
* * *
Mahallede maç yaparken ara sıra komik olaylar da olurdu. Sanırım yaz aylarının sonlarına doğruydu. Sıcak bir akşamüstü, Sarı Toprak'ta yine her zamanki kadar iddialı bir maç yapıyorduk. "Mogambo" Kemal'lerin bitişiğine yeni taşınan Dinçer ile Birol arasında, "faul yaptın, yapmadım" atışmalarından sonra bir itişme başladı. Biraz deli dolu ve kavgacı bir çocuk olan Dinçer sinirlenerek, Birol'a sert bir yumruk attı. Tam o sırada, işten çıkan memurları mahalleye getiren "Mohini"den inerken olayı gören Birol'un babası Kimyager Cevat Bey, kızgın bir şekilde sahaya gelerek Dinçer'i tokatladı.
Biz daha ne olduğunu anlayamadan yolun kenarında, yaklaşık bir metre yüksekliğindeki beton parmaklıkların üzerinden bir atlet çevikliğiyle atlayarak geçen yüz kiloluk, iri yarı bir adam olan Dinçer'in babası Hayri Kökten, hızla yanımıza geldi ve kendisine hayretle bakan Cevat Bey’e, "Teessüf ederim Cevat Bey!" diyerek müthiş bir sağ kroşe çıkarttı. Yüzünün ortasına yediği yumrukla sırtüstü yere düşen Cevat Bey nakavt oldu. Meğer o gün izinli olan Hayri Bey, evlerinin önündeki kameriyede üstünde bir atlet, altında pijamasıyla bizi seyrederken Cevat Bey’in oğlunu tokatladığını görünce, yalın ayak yerinden fırlamış ve tenzile ulaşarak "işi bitirmişti".
Bu olay bana ister istemez, yıllar önce başımdan geçen başka bir kavgayı hatırlattı. Bizim ev ile Mustafa'ların evinin arasındaki evde, liman inşaatında çalışan Hollandalı bir teknisyen ve ailesi oturuyordu. Bizimle yaşıt, ama bizden irice, Mişel isminde bir oğulları vardı. Öğrendiği birkaç kelimeyle çat pat Türkçe konuşan Mişel'i, bizlerle oynarken sık sık mızıkçılık yaptığı için pek sevmezdim. Bir tatil günü, Mustafa'lara gitmek için onların evin önünden geçiyordum. Birden önüme çıkan Mişel, beni tartaklamaya başladı. Herhalde bir şeyden dolayı bana kızmıştı.
Evlerine doğru baktığımda, kapılarının önünde oturan babasının bizi seyretmekte olduğunu gördüm. Kenara kaçıp geçmek istedim, ama Mişel bir türlü beni rahat bırakmıyor, itip kakmaya devam ediyordu. Hayatımda kavga nedir bilmediğim halde can acısıyla “n'olacaksa olsun” diyerek, Mişel'i tuttuğum gibi altıma aldım. Sonra da onun üzerine çıkıp biraz hırpaladım. Bizi seyreden babası, yerinden kalkıp yanımıza gelerek ikimizi ayırdı. Beni de elimden tutup evlerinin önüne getirdikten sonra, eşine seslenerek bir şeyler söyledi.
Biraz da korku içinde, "Şimdi ne olacak?" diye beklemeye başladım. Mişel'in annesi, elinde çikolata ile dışarı çıkarak bana ve Mişel'e birer tane verdi. Babası da yüzümü okşayarak oğlu ile beni barıştırdı. Mişel'in ailesinin bu davranışını hiçbir zaman unutmadım, tabii Cevat Bey’le Hayri Bey’i de...
* * *
Birkaç sene önce, Fener Mahallesi’nden arkadaşlarla Çiçek Pasajı’nın arkasındaki Saki Restoran’da toplanmış bir şeyler yiyip içerken, eski günleri anıyorduk. Bir ara, Tayfun Bedizel bana dönerek, "Biliyor musun Osman Abi, eskiden biz seni hiç sevmezdik" dedi. Hayretle nedenini sorduğumda, "Çünkü, çocuk bahçesindeki bir tarafı geniş, bir tarafı dar çim sahada maç yapılacağı zaman, sen en fazla ‘dörde dört’ oynanmasını isterdin. O zaman da biz küçüklerin oyuna katılma şansımız hiç kalmazdı" diye açıkladı.
Hakikaten, antrenman dahi olsa her şeyi ciddiye aldığımdan, yeterli sayıda oyuncudan fazlasının olmamasını ister; aksi halde, oyuna katılmazdım. "Abey" Narman da, bensiz oynamamak için takımları benim istediğim şekilde kurardı. Tabii çok üzüldüm ama neticede bu benim kişilik özelliğimdi. Bugün bile, altmış beş yaşında "olgun bir delikanlı "gibi tenis oynarken aynı ciddiyetle hareket ettiğim için arkadaşlarım sık sık bana takılıyorlar.
* * *
Küçük yerlerde insanlar genellikle ailelerinin veya kendilerinin "lakapları" ile anılırlar. Özellikle de sporcular, çoğu kez kendilerine yakıştırılan lakaplarla tanınır ve hatırlanırlar. Bizim yetiştiğimiz çevreden aklımda kalanları, unutulmamaları için yazmak istiyorum:
Kömürsporlu Sporcular:
Hamit "Aga" (Sertbaş), "Pösteki" Mehmet (Kantarcı), "Ayıcı" Ferhat (Sezgin), "Ayyaş" Bedri (Akkaya), "Romanyalı" Sabahattin, "Çakır" Sezai (Arca), "Ördek" Cevat (Kızıltan), "Yanık" Şükrü (Kutlu), "Çıtır" Yılmaz (Ünyay), "Kirli" Mecit, "Cafcaf" Ünal (Genç), "Arap" İrfan (Erbaycu), "Kocakarı" Dündar (Engin), "Gubiş" Nail (Dündar), "Mariya" Yılmaz (Dinçer), "Çapri" Yüksel, "Sepet" Metin (Ulu), "Köpek" Metin, "Tavuk" Metin, "Ördek" Erol.
Haber : Fener'in Çocukları/Osman Atilla Poshor