Türkiye'nin deniz altında kömür üretilen tek maden ocağı, Zonguldak Kozlu maden ocağıdır.
Ama bu ocak sadece bir ocak değil, ciğerlerin kebap gibi yandığı Kozlu grizu faciasının yaşandığı bir madendir.
"Yanan bizdik siz kömür sandınız" mısrasına ilham kaynağı olan, ocaklar söndüren ocaktır.
30 yıl önce Zonguldak'ta değildim. Bilecik'in bir köyünde 8 yaşlarında bir çocuktum. O kara günü TRT'deki haberlerden hayal meyal hatırlıyorum. Rahmetli babaannemin ve dedemin dizlerine vurup, "Tühh gitti yavru kuzular. Amanınnn, Ocaklar söndü!" deyişlerini net hatırlıyorum. Görüntülerde yanmış cesetler, eski adıyla SSK Hastanesinin koridorlarını dolduran Türk bayraklı madenci tabutları, karışan cenazeler, ocak başında bekleyen yüreği yanık anne babalar, yetim evlatlar, gözü yaşlı eşler... Kozlu kuyusundan yükselen kara dumanlar... Ocaktaki yangını söndürme adına basılan sular... Ocakta yangından kurtulanların, acaba sudan mı boğuldular söylentileri...
Dinmeyecek bir yürek sızısı olarak kent tarihine çoktan yazıldı. İçinde ağıt yakılacak kadar ağır bedeller ödenen şey, çok kıymetlidir. Zonguldak maden havzası da Türkiye'nin en müstesna köşesidir.
Türkiye sadece bir ülke değil. 7 düvele karşı bütün milletin sefere koştuğu, vatanı uğruna gözünü kırpmadan canını verdiği, Çanakkale ve Kurtuluş destanlarının yazıldığı bir ülkeden daha ötesidir. Ne diyordu Milli Şair: "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!"
Zonguldak bundan farklı mı?
Zonguldaklılar, sadece Kurtuluş Savaşı'nda şehit düşmekle kalmadı; helal kazanç uğruna yerin yüzlerce metre altında kan ve ter akıttılar. Grizularda, göçüklerde, yangınlarda kömür gibi yanıp ölmeden toprağa da girdiler. Çanakkale misali 'ölmeden mezara girmek', bu şehirde hiç bitmeyen bir ağıttır.
Bu topraklarda, sadece devletin kayıtlarına geçmiş 5 bin maden şehidi vardır. Özel ocaklar, kaçak ocaklar veya kayıtlara girmemişler de hesaba katıldığında, gelin hesabı siz yapın!
Böylesi bir vilayet, bir şehirden çok ötesidir. Bu şehrin ihmal edilmesi, vefasızlığın, kadir kıymet bilmezliğin en beteridir. Koca bir ülkeyi kömür gibi yanıp ısıtan, enerji olup vatana güç katan Zonguldak'ı ihmale etmek, veballerin en büyüğüdür.
ÖLÜMDEN KURTULUŞ
3 Mart grizu faciasını yaşayan işçilerden biri de Recep Bostancı'dır. Onunla ve Ali Ekim'le yıllar önce röportaj yapmıştım. Sonrasında bir çok ulusal basın kuruluşlarında yer almıştı.
Günün anısına sizi o çarpıcı hikayeyle baş başa bırakıyorum:
"Bizim olduğumuz yere gelen yoğun dumandan korunmak için sıhhiye ile beraber önce sıhhiye odasına sığındık. Orada yapabileceğimiz şeyleri planlamaya çalıştık. Sıhhiye arkadaş 'Bir an önce 1 no'lu kuyu dibine kaçalım' dedi. Ben ise telefon konuşmalarından duymuş olduğum uyarıyı dikkate alarak patlamadan kaynaklanan sıkışmış havanın bizim olduğumuz emici kuyu yönüne geleceğini, bu nedenle kalmamız gerektiğini söyledim. Bu arada sıhhiye odasının kablo giriş deliklerinden basınçlı duman püskürterek içeriye girmeye başladı. Sıhhiyenin daha da paniklemesi cesaretimi biraz daha artırdı. Hemen delikleri, elime geçirdiğim gazete ve benzeri şeylerle tıkadıktan sonra sıhhiyeci arkadaşa sakin olmamız gerektiğini anlatmaya çalıştım. İçme suyuyla gömleklerimizi çıkartıp ıslatarak nefes almamızı, bu şekilde bulunduğumuz odadaki havanın bizi en az yarım saat idare edeceğini söyleyerek arkadaşı sakinleştirmeye çalıştım.
Her tarafı duman kaplamıştı. Öyle ki kapının önündeki florasan lambası gaz yoğunluğundan mum ışığı gibi görünüyordu. Bu durum 10 dakika kadar sürdü. Duman yoğunluğunu kaybetmeye, biz de içinde bulunduğumuz durumun stresini atmaya başladık. 15 dakika sonra büyük bir şok yaşamış oldukları her hallerinden belli, göz bebekleri büyümüş ve korku içinde 4 arkadaş yanımıza geldi. Durum değerlendirmesi yaptıktan sonra 1 no'lu kuyu dibine geçtik. Oradan 2 no'luya geçtik. Bu arada bizim bulunduğumuz yerdeki bütün arkadaşlar ölmüştü. Zaten onların üretim yerinde sığınma şansları da yoktu.
ARKADAŞLARINI KURTARMAK İÇİN GERİ DÖNMÜŞLER
Bostancı ve beraberindeki 5 arkadaşı telefon görüşmelerinden -425 katında ağır yaralanmaların olduğu ve acil yardıma ihtiyaç bulunduğu haberini alır. Bostancı da yardım etme önerisinde bulunur. Telefonun ucundaki yetkili, beklemelerini emreder. Ancak Recep Bostancı ve arkadaşları boş durmaz ve bulundukları katta bulunan kartiyedekilere yardım etmeye karar vererek geri döner. Bostancı, olayın başladığı anda bulundukları kuyunun kartiyelere giden yolundan gelen dumanı, sobayı yakma sırasında ateş çıkmadan önce yoğun bir duman çıkmasına benzetti. Ekiptekiler manzarayı görünce aralarında "Saklanmasaydık o an hepimiz ölecektik. Ölen arkadaşlarımızın bir seçeneği yoktu" diye konuşurlar. Durumun vahametini daha iyi anlarlar. Recep Bostancı ve beraberindeki arkadaşları, tulumba dairesine geçerek dışarısıyla telefon görüşmesi yapar:
BÜYÜK PANİK
Dışarısıyla telefon görüşmesi yaptık. Durumun vahameti anlaşılmıştı. Bizim çıkmamızı emrettiler. Bizim ocak içinde yapacak başka bir şeyimiz kalmamıştı. Her taraf yerle bir olmuştu. Bizden başka canlılık emaresi yoktu. Daha sonra dışarıya çıktık. Bizi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Biz de onları sakinleştirmeye çalışıyorduk. Onlar bizden daha fazla paniklemişlerdi. Saat 22:45'te 1 no'lu kuyudan dışarı çıktığımızda çoluk-çocuk, ana-baba, insanların bize bakışları... Yıkıldığım andı!...
O sahne hala gözümün önünden gitmiyor. Hayatımın ilk grizusunu (inşallah son olur) -200 metrede yaşadığım halde olayın asıl şokunu kuyu başında bekleyen insanların çaresiz bakışlarında yaşadım.
Olaydan sonra 10 gün boyunca evden çıkacak gücü kendimde bulamamıştım. Şimdi düşünüyorum da 'grizu faciasında o kadar soğukkanlı olmam acaba algılama gücümün yetersizliğinden mi yoksa Yüce Yaradan'ın bana verdiği bir lütuf mu?' drmrktrn kendimi alamıyorum."
ÇOCUĞUNU HASTANEYE GÖTÜRDÜ, HAYATTA KALDI
Grizu faciasında bütün mesai arkadaşlarını kaybeden Ali Ekim de inanılmaz şekilde kurtulanlardan biri. Ekim, hayat ile ölüm arasındaki ince sırra çok yaklaştığını şöyle anlattı:
"Ben tabir-i caizse direkten döndüm. Oğlumu 4 Mart sabahı Ankara'ya kontrole götürecektim. Olayın olduğu akşam vardiyama girip sabah erkenden çıkacak ve oğlumu Ankara'ya götürecektim. İş elbiselerimi aldım, ocakta yiyeceğim erzakı aldım. Tam ocağa girecekken -garip bir duyguyla, bir anda- ocağa girmekten vazgeçtim. Arkadaşlar '1 yevmiyen gider, gel girelim' diye ısrar ettiler; ama ben onlara 'Alın arkadaşlar benim erzakımı da siz yiyin. Ben girecektim ama vazgeçtim. Size kolay gelsin' dedim. Akşamdan oğlumla Ankara'ya gittik, otelde kalıyoruz. Radyodan acı haber geldi ve benim çalıştığım -560 katından ve bana 'gitme' diyen arkadaşlardan sağ kurtulan olmadı!.."
İşte dünyanın en büyük maden faciasından yansıyan küçük bir kurtuluş hikayesi...
Acaba bu iki katlı şehrin hakkını yiyenler iflah olur mu?