ZONGULDAK FENERİ’NDE ÜÇ KUŞAK: ALGIR AİLESİ
Zonguldak Deniz Feneri, inşa edildiği 1908 yılından beri gemicilere rehberlik yaparak Karadeniz’in derin sularında güvenli şekilde yol almalarını sağlayan, kentin sembolü kültürel varlıklardan biridir. Gündüz beyaz sütunlu gövdesiyle, gece durmaksızın çakan ışığıyla açıktan geçen denizcilere hangi kıyıda ve karadan ne kadar uzakta olduklarını haber verir. Kumpanya vapurlarından kömür çatanalarına; mavnalardan balıkçı teknelerine; yolcu gemilerinden yük şileplerine kadar Ereğli’den Bartın kıyılarına değin hâkimiyetini ilan edegelmiştir. Bu yazıda, Osmanlı’dan günümüze değin farklı kıyılarda üç kuşak fenercilik yapmış Algır ailesinin son temsilcisi Enis Algır ile Zonguldak Feneri ile ilgili yaptığım söyleşiyi okuyacaksınız.
Bir şehrin tarihiyle bütünleşmiş yapıları orada yaşayan insanların üzerinde olumlu bir etki bırakır. Yöre halkı, onun varlığından gizli bir haz duyar. Zonguldak Fener’i de kente dışarıdan gelen ziyaretçilerin ilk uğrayacağı bu tip yapılardan biridir. Siz de orada doğup büyümüş birisi olarak Zonguldak Feneri’nde yaşayan üçüncü kuşağın son temsilcisisiniz. Bu mesleğin adı nedir? Zonguldak’a nerden geldiniz
Bu mesleğin adı deniz feneri bakıcılığıdır. Osmanlı’dan günümüze değin gedik usulüyle fenerlerin bakımları ailelere verilirdi. Fenerlerin bakımı ailelere zorunlu olarak devredilmez ama aileden birinin geleneği sürdürmek istemesi halinde aile tercih edilirmiş. Çünkü fenercilik, güvenirlilik, beceri ve süreklilik isteyen bir iştir. Fenerci aileler hastalık ve ölümler de dâhil, her ne şartlar altında olursa olsun fenerin ışığını söndürmezlerdi. Büyükler evde olmadıkları zamanlarda feneri yakma işini evin diğer bireyleri yapardı.
Bizim ailede fenercilik Osmanlı’nın son zamanlarından kalma bir gelenektir. Annem Ayşe Nazmiye Algır, Çanakkale Seddülbahir köyündendir. Dedem Mehmet Nafiz Ersöz askere gitmeden anneannemle evlenir. Askerden geldikten sonra köyündeki fenere bakıcı olarak görevlendirilir. Dedem yıllarca Seddülbahir fenercisi olarak görev yapar. Daha sonra İğneada Denizci Köyü Feneri’ne tayini çıkar. İğneada Feneri, Seddülbahir’e göre mahrumiyet bölgesi olduğu için erzakları ayda bir deniz yoluyla gelirmiş. Annemlerin okula gitme zamanı gelince çevrede okul olmadığı için uzun süre okula gidemediğinden bahsederdi. Bu durumda dedem çaresiz kalınca şehir merkezlerinde okullara yakın bir yere tayin istemiş. O sıralarda Zonguldak Feneri boş görülüyormuş. Dedemin tayini Zonguldak Feneri’ne çıkınca, 1945 yılında buraya gelmişler. O sırada buradaki Bilada Kardeşler denilen iki kız kardeş görev yapıyormuş. Annem, bu iki kız kardeşin fener ile ilgili görevlerini tam yerine getirmedikleri için idarece işten el çektirildiğini söylerdi. Bu durumu kabullenemeyen kız kardeşler fenerden çıkmamak için uzun zaman direnmişler. Onlar fenerden çıkmayınca, dedemler kimseyi tanımadıkları bu yerde çok zor durumda kalmışlar.
Kendinizi ve ailenizi tanıtır mısınız?
Ben Karadon Kömür İşletmesinden emekli maden teknikeri olarak fenerci Algır ailesinin son temsilcisiyim. Dedemin kaybından sonra aile meclisince annemin fener bakıcılığı işine devam etmesine karar veriliyor. Babam Fuat Algır, 1951 yılında polis memuru olarak buraya atanmış. Annemle 1955 yılında tanışıp evlenmiş. Babamın tayini uzak diyarlara çıkınca emniyet teşkilatındaki görevinden istifa edip EKİ’nin ulaştırma birimine işbaşı yapmış. Babam, annemle evlendikten sonra annemin idareye yazdığı resmi yazışmalara yardımcı olurdu. Merih ve Semih adıında iki ağabeyim vardı. Zamanla fener konusunda uzmanlaşınca anneme iş düşürmediler. Babam EKİ’den emekli olunca iki dönem Yayla Mahallesi’nin muhtarlığını yaptı. Annemi kaybedince fener bakıcılığını ağabeyim Semih üstlendi.
Fener le birlikte yaşamak nasıl bir duygu oluşturdu sizde; keşke fener bakıcılığı yapmasaydık, diye bir düşüncenin içinde oldunuz mu?
Çocukluk yıllarında olayın pek farkına varmıyorsunuz ama gençlik yıllarında fenerde oturmanın ayrıcalığını yaşadığınızın farkına varıyorsunuz. Bir keresinde komşularımızdan biri bizim fenerde uzun yıllardır yaşamamıza imrenmiş olmalı ki; “ hep onlar mı orada oturacak, bunu bir sıraya koysalar olmaz mı ?” diye serzenişte bulunmuştu. Fenerin olduğu arazi tel örgülerle çevrili, korunaklı ve dokunulmazlığı olan bir yerdir. Gardiyanlık olarak adlandırılan, burada yaşayan ailelerin fiziki yaşam mekânının ı geniş ailelere göre uygun olmaması bazen sorun oluşturabiliyordu. Ama biz yine de orada yaşamaktan çok mutluyduk. Babam, bahçemize her türlü rengârenk çiçekler ve kokulu güllerden dikerdi. Babamın İstanbul Emirgan Korusu’ndan getirip diktiği lalelerin arasında siyah lale de vardı. Mahallenin çocukları siyah laleyi görmeye bizim bahçeye gelirlerdi. Elma, armut, ahlat, Fransız şeftalisi, kokulu üzüm meyveleri bahçemizden eksik olmazdı. Çevremiz kayalıklardaki defne ağaçları çevriliydi. Bu yüzden pencereyi açar açmaz odamızın içi defne kokusu dolardı. Yazın bir cennet bahçesi olduğu kadar, kışında özellikle denizden karayel fırtınası estiği zamanlarda bir cehennemi yaşardık. Deniz çıldırmış olduğu fırtınalı günlerde kendimizi güvende hissetmezdik. Karayel fırtınası estiği zamanlarda denizin dalgası fenerin duvarlarına değin uzanırdı. EKİ lojmanlarının üzerinden dalgaların aştığına şahit oldum. Bir keresinde deniz dalgaları tenis kortunun duvarını yıkıp, kortu sular altında bırakmıştı.
Bahçenizdeki Fransız şeftalisinden bahsettiniz. Sanırım buraya özgü bir adlandırma; açıklayabilir misiniz?
Buranın yerli halkı tüysüz şeftali de der aslında; bildiğimiz nektara… Fransızlar getirdikleri nektar çekirdeklerinden fidan halinde çoğaltmışlar. Buranın önceki adı halk dilinde Fransız Mahallesi olunca nektarın adı da kendiliğinden Fransız şeftalisi olmuş.
Fener ile yaşamak nasıl bir duygu sizce?
Fener ile birlikte yaşamak aynı zamanda Fener Mahallesi’nde yaşayan insanlarla birlikte olmanın ayrıcalığını yaşamak demekti. Burada yaşayan aileler, genellikle EKİ’nin üst düzey yöneticileri olduğu için, biz çocuk ve gençlere hizmette sınır yoktu. Geriye doğru baktığımda bazı sorunlarınızın kendiliğinden çözülmüş olmasını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Burası yöneticilerin oturduğu ayrıcalıklı bir bölgeydi, ama Üzülmez, Karadon, Kozlu gibi işçilerin yoğun olduğu bölgeler de futbol, tenis, basketbol, sinema gibi sosyal tesislere ulaşmada bizden aşağı değillerdi. Zamanın sosyal devlet anlayışını her bölgenin ruhunda hissedebiliyordunuz. Çelikel lisesine EKİ’nin tahsis ettiği araba ile gidiyor; futbol sahasından, Deniz Kulübü’nden, Orta Kapuz EKİ Tesisleri’nden istediğimiz gibi yararlanabiliyorduk. Buradaki memur lojmanları kendilerinden çok bahçelerindeki çiçeklerle, kokulu siyah üzümleriyle ve meyve ağaçlarıyla ilgi çekerdi. Her lojmanın bahçesi rengârenk boyalı ahşap çitlerle çevriliydi. Bazı gecelerde evlerden piyano ve gitar sesleri sokağa taşar, mahalleye huzur dolardı. Komşuda pişen pastanın tadını önce biz çocuklar tadardık. Böyle bir mahalle yaşamanın ayrıcalıklığını yaşadım hep. Masal gibi bir yerdi işte yaşadığımız Fener Mahallesi. Bazı günler komşularımız bize konuk olup fenere çıkmak isterlerdi. Fenere çıkmak yasaktı ama bazen komşularımıza torpil geçer, onları kuleye çıkartırdık.
Kıyı Emniyet Koruma Genel Müdürlüğü’nün sitesinde Fenerin 1985 yılında elektrikli sisteme geçtiği yazıyor. Oysa siz fenerin 1955 yılında elektrikli sisteme geçtiğini söylüyorsunuz.
Söz konusu sitesinin sayfasında yanlış yazılıp, yazının kontrol edilmediğini sanıyorum. Fenerler genelde yerleşim yerinden uzaklarda, sarp ve kayalık yerlerde inşa edildiği için bazı fenerler elektrikle geç buluşmuş olabilir. Ama bu kanı Zonguldak için geçerli değildir. Çünkü Çatalağzı Işıkveren Santrali 1945 yılında hizmete açıldığını ve buradan İstanbul’a, Marmara Bölgesi’ne elektrikli havai hat döşendiğini biliyoruz. Onun için Zonguldak Feneri, diğer fenerlere göre elektrikle erken tanışmış olması gerekiyor. 1985 yılında fenerin elektrikle çalıştığını biliyorum. Çünkü 1985 öncesi ağabeyimi fenerin elektriğine ufak yollu çarpılmıştı. Elektrik gelmeden önce fener gaz lambası ile çalışırmış. Fener haznesinin yakınında pirinç gaz haznesi vardı. Bizim fenerde saat mekanizmasına benzer, elle kurulan çarklı mekanizma sistemi vardı. Sekiz saatte bir kurar, sarkacı tepeye kadar çıkartırdım. Fener 5 saniyede bir çaktıkça sarkaç aşağı ivme yapardı. Sekiz saat sonra kurulmazsa çakma işlemi dururdu. Bu yüzden akşamları feneri kurmadan yatamazdık. İğneada gibi daha eski olan fenerler iki saatte bir kurulurmuş. Bu tür fenerlerde fenerciler, sarkacın dibine devrildiklerinde ses çıkarmaları için boş tenekeler koyarlarmış. Annem, İğneada Feneri’nin çok sıkıntılı olduğunu söylerdi. Eskiden EKİ bekçilerinin kulübelerinde bulunan bekçi saatlerinde buna benzer bir sistemin olduğunu duymuştum. Bekçiler nöbet esnasında uyumamaları için bekçi saatlerini iki saatte bir kurmak zorundaymışlar.
Fener kulesi ve binası hakkında genel bilgi verebilir misiniz?
1908 yılında inşa edilen fener, denizden 53 metre yükseklikte kayalık bir arazinin üzerinde inşa edilmiş tek katlı kâgir bir yapıdır. Fenerin 500 Watlık ışığı 20 deniz mili uzaklıktan görünebilmektedir. Fenerlerin çaktıkları ışık süresinin farklılığından gemi kaptanları hangi kıyıya yakın olduklarını anlar. Karadeniz kıyısında 5 saniyede bir çakan fener Zonguldak Feneri’dir. Ereğli ve Bartın fenerlerinin çakma süreleri farklıdır. Kaptanlar, fenerlerin yüksekliğinden de kıyıdan ne kadar uzakta olduklarını n hesabını yapabilirler. Fenerin girişi ön cepheden olup yapının çatısı Marsilya kiremitleriyle kaplıdır. Girişin sağ tarafında tuvalet ve banyo olarak kullanılan bölüm ve hol bulunmaktadır. Binanın içinde uzanan ince koridor mutfak ve odalara açılır. Koridorun sonu fener kulesindeki dönel merdivenlere ulaşır. Ayrıca ardiye olarak kullanılan bir bölme de bulunur. Isınmak ve yemek yapmak içini mutfağımızda kuzinemiz vardı. Sonra gelen talimat üzerine kuzine sökülünce soba ile ısınmak zorunda kaldık.
Tarihçi, yazar Ekrem Murat Zaman, fener yapılmadan önce geceleri denizdeki gemilere tehlikeyi işaret etmek için kırmızı ışıkla yanıp sönen, Fransızların kullandığı işaret kulesinin (semafor) buralarda bir yerde olduğunu söyler(1). Bu konuda büyüklerinizden dinlediğiniz bir detay, anekdot var mı?
Büyüklerden dinlediğime göre eski EKİ Kreşi’nin olduğu yerde bugünkü Kilise diye adlandırılan düğün salonun karşısındaki yolun sonundaki burunda, eski fenerin olduğu söylenirdi. 1800’li yılların sonlarına doğru Zonguldak doğal limanındaki kömür nakliyatının sürekliliği düşünülünce fenerin olmadığı eski dönemlerde, denizcilere kıyıyı belirtmek için böyle bir işaret sistemi olabilir.
İ. Behçet Kalaycı, genç bir madencinin öyküsünü anlattığı ‘Kıvırcık’ adlı romanında roman kahramanlarını limanı gezdirirken Zonguldak Feneri’ne de uğratır. Roman kahramanları feneri ilk gördüklerinde minareye benzeyen beyaz kulenin ve çiçekler arasındaki yapının büyüleyici atmosferi karşısında şaşkına dönerler. Fenerin bahçesinde gördükleri iki güzel fenerci kızın fenerciliklerinin dededen babaya, oradan da kızlara geçtiğinden bahseder. Romanda, fenerci kızların güzellikleri karşısında büyülenir ve roman kahramanlarına ; “ bu kadar güzel olanını hiç görmedim,” dedirtir. Sanırım Behçet Kalaycı, sizin az önce söylediğiniz Bilada kız kardeşlerinden bahseder. Kıvırcık romanı, Beçet Kalaycı’nın genç yaşlarda kömür ocaklarında çalışmış olmasından kaynaklı gerçeklik örgüsüyle yazılmış bir romandır. Romanı okuyunca yazarın romanı yazmadan önce Bileda kardeşlerle konuştuğunu ve onlar hakkında gerçek bilgiler verdiğini anlıyoruz. Bileda ailesinin de üç kuşak fenercilik yapmış. Şimdi roman sayfalarından gerçeğe dönelim. Bu iki güzel fenerci kızın siz gelmeden önce fenerle ilişiklerinin kesilmesinin nedeni sizce ne olabilir?
Bu kızlarla bizimkilerin yıldızı pek barışık değilmiş. Düşünsenize; apar topar İğneada Feneri’nden zorlu bir deniz yolculuğu ile hiç tanımadığınız bir yere geliyorsunuz ve göçü yerleştireceğiniz yerde başka birileri var. İki kız kardeş uzun süre fenerden çıkmamak için direnmiş. Onlar açısından bakınca onlara hak veriyorum. İki kız kardeşe haber verilmeksizin, işsiz, güvencesiz bırakılarak sokağa atılmak istenmiş. Her ne kadar fenerin bakımında eksik kaldıkları, yazışmaları tam yerine getirmedikleri gibi nedenler gösterilse de kızların burada istenmemesinin asıl nedenlerinden biri de kızların romanda yazıldığı gibi genç ve güzel olmaları olabilir. Çünkü o dönemde onların yalnız olmalarından dolayı çevrede homurdanmalar ve çokça şikâyetler idareye kadar gitmiş. Bu onların bir suçu değil kanımca; kadınların özgür ve rahat hareket etmek istemeleri, bizim gibi toplumlarda eskiden beri hoş görülmez. Ne yazık ki, kadınlarımızın görünmez kılınmak istenilmesi geleneğini günümüzde de kırabilmiş değiliz.
Bazı fenerlerin bulundukları yerlerde, ıssız ve tehlikeli kayalıklarda yaktıkları ateşlerle ve kandillerle denizcilere yol gösteren efsane kişilerden bahsedilir. Tarihçi yazar, Erol Çatma’nın günümüz Türkçesiyle yorumladığı, Abdullah Cemal’in yazdığı Zonguldak Sancağı adlı eserinde buna benzer bir Ballı Baba efsanesi var. ( sayfa 20) Abdullah Cemal’in anlattığı efsaneye göre; Ballı Baba adında ermiş kişi, eski Balkaya mevkiinde ( bugünkü AVM’nin olduğu burunda) fırtınalı gecelerde denizde zorda kalan gemicilere yaktığı ateşiyle yardımcı olurmuş. Siz de buna benzer efsaneler duydunuz mu?
Ereğli’de buna benzer Hacı baba Türbesi adında bir efsane var. Birçok fenerin geçmiş izlerini sürerseniz bu tür efsaneler rastlayabilirsiniz.
Bir de Fenerin 100 Yılı Kutlama Şenliği yapılmış diye duydum, doğru mu?
Şenlik değil; birkaç kafadarın bir araya gelip fenere karşı kadeh kaldırması diyebiliriz. 2008 yılında fenerin 100. Yılı şerefine Zonguldaklı yazar, sinemacı, karikatürist, müzisyen, fotoğrafçı, şair, tiyatrocu ve ressamlardan oluşan bir sanatçı grubunun bir araya gelip fenerin şerefine kadeh kaldırdıklarını biliyorum. Sanatçıların Fener ile ilgili duygularını yazdıkları küçük notlarla oluşturdukları potkal şişesini fener kayalıklarının dibinden denize doğru attıklarını Semih ağabeyimden dinlemiştim. Etkinlik için fener kulesinin bahçesini istemişler ama Semih ağabeyim şikâyet olur gerekçesiyle izin vermemiş. Onlarda etkinliklerini hemen yakınımızdaki Maden Mühendisleri Derneği’nde yapmışlar. Fenerin 100 yıl kutlama etkinliği yerel gazetelerde haber olarak çıkmıştı.
Özelleştirme furyasından her kamu kurumu gibi fenerler ve fener işletmecileri de nasibini aldı. Üç kuşaktır fenercilik yapan aileniz bu furyadan nasıl etkilendi?
Bileda kız kardeşler gibi sokakta kalmasak da bu özelleştirmeden ve ihaleden biz de çok mağdur olduk. İhaleden haberimiz olmadı. Haberimiz olsaydı, biz de ihaleye girer, eşit şartlarda mücadele ederdik. En azından, girdik de kazanamadık derdik. Ama haberimiz olmadan ihaleyi anlaşmalı tek kişiye verilmiş. O zaman biz de fenerden çıkmak zorunda bırakıldık. İhalenin verildiği 2010 yılından beri Fener’in bahçesine bile uğramak içimden gelmiyor. Tabi o yıllarda fenerlerin otomasyona geçmesi, uydu haberleşme sistemlerinin var olması deniz fenerlerine olan gereksinimleri azalttı. Şimdi deniz fenerleri uzaktan idare ediliyor. Bunun için idare, deniz feneri bakıcılarının işlerine son vererek, bakıcıların oturdukları yapılar otel, turizm merkezi, ticarethane gibi turistik amaçlarla kullanılmasının yolunu açtı. Şimdi bizim fener de yeme içme yeri olarak işletiliyor. Fenerin bakımının yapıldığını sanmıyorum.
Yazar ‘Alaaddin Kara’ röportajı-Temmuz 2023
Zonguldak Nostalji